7 Kasım 2008 Cuma

CEZERİ

Otomatik aletleri ilk defa yapan Müslüman Türk alimi. İsmi, Bediuzzaman Ebü’l-İzz bin İsmail bin Rezzaz el-Cezeri’dir. Dicle ile Fırat arasında bulunan Cezire (Cizre) bölgesinde doğduğu için Cezeri diye meşhur oldu. Doğum ve vefat tarihleri kesin bilinmemekle beraber 1136 (H. 531)-1206 (H. 603) seneleri arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Artuklu Türklerindendir. Doğu Anadolu’da İslam medeniyetinin ileri olduğu, ilim ve imar işlerinin yürütüldüğü Artukoğulları Sarayında ilmi çalışmalar yapan Cezeri, haberleşme, kontrol, denge kurma ve ayarlama ilmi olan sibernetiğin ilk kurucusudur. İnsanlarda ve makinalarda bilgi alış verişi, bunların kontrolü ve denge durumu sibernetiğin esas konusudur. Bu ilmin gelişmesiyle elektronik beyinler ve otomasyon denilen sistemler ortaya çıktı. Bu bakımdan Cezeri, yaptığı mekanik makinalarla bu ilmin temelini atmıştır. O, sadece otomatik aletleri yapmakla kalmamış, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştır.Sekiz asır sonra İngiliz nöroloji profesörü Dr. Ross Ashby ancak 1951 senesinde üstün denge durumunu ortaya koymuştur. Fransızlar, sibernetiğin Descartes (1596-1650) ve Pascal’la (1623-1662), Almanlar Leibniz’le (1646-1716), İngilizler ise Roger Bacon’la (1214-1292) başladığını söylerlerse de gerçekte otomatik aletler yapıp işleten Cezeri sibernetik ve elektronik sistemin temelini atan büyük alimdir. 42 Cezeri, bir robot yaparak Artuklu hükümdarı Mahmud bin Mehmed’e takdim etti. Robot, otomatik olarak hareket ediyor ve kendi kendine bazı hareketler yapıyordu. Bunu gören Sultan hayretler içinde kaldı ve takdirlerini belirterek, emeğinin karşılığını göreceğini söyleyerek yaptıklarını ve buluşlarını bir kitap halinde yazmasını emretti. Cezeri bu emir üzerine, kendisini ilim dünyasında meşhur eden Kitab-ül-Cami Beyn-el-İlmi vel-Amel-in-Nafi fi Sınaat-il-Hiyel kitabını yazdı. Cezeri’nin Kitab-ül-Hiyel adı da verilen meşhur eseri altı bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde su saati, kadranlı su saatinin, saat-i müsteviye ve saat-i zamaniye olarak nasıl yapılacağı hakkında on şekil; ikinci bölümde çeşitli kapların yapılışı hakkında on şekil; üçüncü bölümde hacamat ve abdestle ilgili ibrik ve tasların yapılması hakkında on şekil; dördüncü bölümde havuzlar ve fıskiyeler hakkında on şekil; beşinci bölümde derin olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten aletler hakkında beş şekil; altıncı bölümde birbirine benzemeyen muhtelif makinaların yapılışı hakkında beş şekil bulunur. Cezeri, eserde yer alan bütün şekilleri bizzat çizmiş, renklendirmiş ve yaldızlamıştır. Eseri incelendiğinde, yaptığı makinalar, kendi kendine öten tavus kuşları, otomatik saatler, robot filler, ele su döken robot insanlar, Cezeri’nin ne büyük bir su mühendisi olduğunu ortaya koymaktadır. Cezeri’nin saatleri çalıştırma sistemi, genelde aynı mil üzerindeki bir göstergeyle üstünden, ucuna ağırlık asılı bir kayış geçen kasnak biçiminde idi. Ağırlığın düşüş hızı, yüzen bir cisimle kontrol edilmektedir.Yüzen cisim, kayışın öbür ucuna bağlanmakta ve içinde bulunduğu kap, ağır ağır boşaltılmaktadır. Bazı zamanlarda, devrilebilen bir kova otomatik olarak dolmakta ve devrilince bir mandalı iterek, dişlinin bir diş ilerlemesini sağlamaktadır. Yaptığı makinalar, mandal dişli, planga ve kaldıraçlardan meydana gelmektedir. Bu sisteminde görüldüğü gibi günümüzde motorlu araçlarda kullanılan krank milini ilk defa Cezeri kullanmıştır. Cezeri, kitabında on değişik saatin nasıl yapıldığını anlatmaktadır. Bunlardan birisi tavuskuşu saatidir. Saatin cephesi 420 cm yüksekliğindedir ve üç diş içerisinde anne, baba ve yavru tavuskuşları vardır. Her yarım saatte bir, sabit seviyeli bir kaptan akan su, eksantrik yataklanmış kayık şeklindeki kaba dolmakta, kab dolunca, devrilmekte, akan su bir çarkı döndürerek alttaki tavuskuşu da dönmekte, yavrular kavga etmekte, üstteki anne tavuskuşu ise 180° geri dönerek eski yerine gelmekte, kap tekrar dolmaya başlayınca kabın içerisindeki şamandra yükselerek, anne tavuskuşunu yavaş yavaş döndürerek gagası ile dakikaları göstermesini sağlamaktadır. Bu olay her yarım saatte bir tekrarlanmakta ve cephedeki on deliğin yarısı açılarak yarım saatin geçtiği gösterilmektedir. Bu saat 1/2 ölçeğinde İstanbul Teknik Üniversitesinde yapılmış ve çalıştırılmıştır. Fil saati adını verdiği aletinin tertibatı daha karışıktır. Burada da benzer tertibatı ile yarım saatte bir ejderhanın ağzına bir top düşmekte, filin üzerinde oturan adam kazma ile file vurmakta, elindeki sopa ile de saati göstermektedir. Benzer tertibat balıklı adam diye isimlendirilen robotta da yapılmıştır.Robot, elinde tuttuğu balıkla bardağı karşısındakine sunmaktadır. Hacamat yani kan aldırırken alınan kanın mikdarını ölçmek için kullanılan alette ise, şamandralar yardımıyla alınan kanın mikdarı ölçülmekte, üst taraftaki sekreter, elindeki çubukla kanın hacmini göstermektedir. Bütün bunlar Cezeri’nin ilim tarihindeki yerini, batılılardan çok önceleri ilmin doğuda ne kadar geliştiğini ve batıyı aydınlattığını göstermektedir. Eserin, müellifin hattı ile olan nüshası elde değildir. Ancak beşi memleketimizde bulunmak üzere dünyada bilinen on beş nüshası vardır.Memleketimizde bulunanlardan dördü Topkapı, biri de Süleymaniye Kütüphanesindedir. Arapça yazılan eser, Ahmed el-Hasan tarafından çeşitli yazmalarıyla karşılaştırılarak, yayınlandı. Cezeri’nin bu meşhur eseri 1974 senesinde Al-Jazari’s Book of Knowledge of Ingenious Mechanical Devices adıyla Donald R. Hill tarafından İngilizceye tercüme edildi. Eserde tarif ettiği makinalardan birkaç tanesi Wiedmann tarafından yapıldı ve başarıyla çalıştırıldı. Cezeri’nin kitabı 20. asrın başından itibaren batıda büyük alaka gördü. Bilhassa Prof. Wiedmann bu eseri inceleyerek Almancaya çevirmiştir. Prof. Wiedmann; ’On dokuzuncu asra kadar yazılan teknik eserler arasında, astronomiye ait olanlar hesaba katılmazsa, Cezeri’nin bu eseri en önemli ve en yüksek seviyede olanıdır.’ demektedir. Cezeri’nin kitabının İngilizce tercümesine bir önsöz yazan meşhur bilim tarihçisi Prof. White Jr. önsözün bir yerinde; ’Batılı bilginler konik sübabların ilk defa Leonardo’nun çizimlerinde görüldüğünü öğretirler. Halbuki Cezeri’nin resimlerinde de bunlar gözükmektedir. Bunun gibi segmant dişlileri de, ilk defa açıkça Cezeri’nin eserlerinde görülmektedir. Batıda ise bunlar, Giovanni Dondi’nin 1364 senesinde bitirdiği astronomik saat ile 1501 senesinde büyük fen mühendisi Francescio Giorgio’nun eserlerinde ortaya çıkmış ve genel Avrupa dizayn literatürüne girmiştir.’ demekte ve birçok tertibatın Leonardo ve diğerlerinden çok önce Cezeri tarafından yapıldığını açıklamaktadır.

13 Ekim 2008 Pazartesi

Astronomide Bir Öncü:El Battânî

ıÜüEl-Battânî, Harran’ın1 Battân kasabasında doğdu (859–929). Asıl adı Muhammet bin Cabir bin Sinan er-Rakki el-Harranî’dir. Ebu Abdullah künyesi ve Battânî ismiyle meşhur olmuştur. Dünyanın gelmiş geçmiş en meşhur 20 astronomundan biri kabul edilir.Battânî, ilimdeki gâyesini şu esas üzerine bina eder: “İnsan, Allah’ın (cc) varlığını, birliğini, kudretini ve eserlerinin mükemmelliğini başta astronomi olmak üzere, ilimler sayesinde öğrenebilir. Meselâ şu görünen yıldızlar, üstünde yaşadığımız bu dünya ve dünyanın hareketleri Allah’ın (cc) varlık ve birliğinin açık bir delilidir.”
ıÜüBattânî’nin keşif ve başarılarından bazıları şöyledir:1- Matematik alanında Yunan kirişi yerine sinüsleri kullanan ilk ilim adamıdır.2- İlk defa kotanjant kavramını geliştirmiş ve dereceli bir tablo oluşturmuştur.3- Ay’ın boylamda ortalama hareketini tespit etmiştir 4- Güneş ve Ay’ın görünür çaplarını ölçmüştür.5- Güneş’te bir yıl, Ay’da ise bir ay zarfında gözlenen değişiklikleri hesaplamıştır.6- Ay’ın tutulma derecesinin hesabı için çok sağlam bir metot geliştirmiştir.7- Küre trigonometrisinin ba–zı problemlerini ortografik projeksiyon yardımıyla incelemiştir.8- Dik üçgenleri inceleyerek geometrideki temel kavramlardan sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, sekant ve kosekantın tariflerini yapan ve bunları gerçek mânâda ilk defa kullanan kişidir. 9- Gerçek astronomik cetveli (zic, yıllık) hazırlayan ilk ilim adamıdır.10- Sıfırdan 90 dereceye kadar açıların trigonometrik değerlerini hesaplamıştır.11- Cebir çözüm metotlarını trigonometrik denklemlere uygulamıştır.12- Yukarıda bahsi geçen bütün matematik ve trigonometri teknikleri Batı Avrupa’da 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Kopernik, Kepler, Tycho Brahe ve Galile gibi ilim adamları tarafından da kullanılmıştır.

ESERLERİ

1)Kitabe’l-Zic: Bir astronomi cetvelleri kitabı olan bu eser 57 bahisten müteşekkildir. Battânî bunu yazma sebebini, diğer ziclerde gördüğü yanlışlık ve farklılıklardan yola çıkarak gök cisimlerinin hareketleri konusundaki teorileri iyileştirme ve neticeleri yeni gözlemlere dayanarak geliştirme olarak açıklar.

2) Kitâb ü Mârifeti’l-Metâlii’l-Bürûc fî mâ Beyne Erbaati’l-Felek: Astronomiye dâir bu eserde, 12 burcun gök küresinin dörtte birindeki doğuş noktalarından, Ay ve yıldızların doğuş yerlerinden ve Ay’ın tutulmasından bahsedilir. Battânî’nin, boylamları 0°’den 36°’ye tekabül eden yıldızların doğuş yerlerini gösteren cetveline benzer cetveller bugün modern astronomide kullanılmaktadır.

3) Risâletü’n fi Tahkik-i Akdari’l-İttisalat: Yıdızların yan yana gelme ölçülerinin araştırılmasıyla alâkalı olan bu eserde yıldızların ışıklarını göndermeleri, enlemlerden ve küre trigonometrisinden faydalanılarak izâh edilmektedir.Battânî’nin astronomiyle alâkalı diğer eserleri şunlardır:

4) Risâletü’n fi Ameliyyati’t-Tercimi’d-Dakika
5) Kitab u Ta’dili’l-Kevakib
6) İlmü’n-Nücûm
7) Kitabü’n fi İlmi’l-Felek
8) Kitabün an Daireti’l-Bürüc ve’l-Kubbeti’ş- Şemsiyye
9) Muhtasarun Ii Kütübi Batlemyüsi’l-Felekiyye
10) Risâletü’n fi Mikdari’l İttisalati’l-Felekiyye

6 Ekim 2008 Pazartesi

24 Eylül 2008 Çarşamba

Ali Kuşçu


15. yüzyılda yaşamış olan önemli bir astronomi ve matematik bilginidir. Babası Timur'un (1369-1405) torunu olan Uluğ Bey'in (1394-1449) doğancıbaşısı idi. "Kuşçu" lakabı buradan gelmektedir.

Ali Kuşçu, Semerkand'da doğmuş ve burada yetişmiştir. Burada bulunduğu sıralarda, Uluğ Bey de dahil olmak üzere, Kadızâde-i Rûmi (1337-1420) ve Gıyâsüddin Cemşid el-Kâşi (?-1429) gibi dönemin önemli bilim adamlarından matematik ve astronomi dersleri almıştır.

Ali Kuşçu bir ara, öğrenimini tamamlamak amacı ile, Uluğ Bey'den habersiz Kirman'a gitmiş ve orada yazdığı Hall el-Eşkâl el-Kamer adlı risalesi ile geri dönmüştür. Dönüşünde risaleyi Uluğ Bey'e armağan etmiş ve Ali Kuşçu' nun kendisinden izin almadan Kirman'a gitmesine kızan Uluğ Bey, risaleyi okuduktan sonra onu takdir etmiştir.

Ali Kuşçu, Semerkand'a dönüşünden sonra, Semerkand Gözlemevi'nin müdürü olan Kadızâde-i Rûmi'nin ölümü üzerine gözlemevinin başına geçmiş ve Uluğ Bey Zici'nin tamamlanmasına yardımcı olmuştur. Ancak, Uluğ Bey'in ölümü üzerine Ali Kuşçu Semerkand'dan ayrılmış ve Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yanına gitmiştir. Daha sonra Uzun Hasan tarafından, Osmanlılar ile Akkoyunlular arasında barışı sağlamak amacı ile Fatih'e elçi olarak gönderilmiştir.

Bir kültür merkezi oluşturmanın şartlarından birinin de bilim adamlarını bir araya toplamak olduğunu bilen Fatih, Ali Kuşçu' ya İstanbul'da kalmasını ve medresede ders vermesini teklif eder. Ali Kuşçu, bunun üzerine, Tebriz'e dönerek elçilik görevini tamamlar ve tekrar İstanbul'a geri döner. İstanbul'a dönüşünde Ali Kuşçu, Fatih tarafından görevlendirilen bir heyet tarafından sınırda karşılanır. Kendisi için ayrıca karşılama töreni yapılır. Ali Kuşçu' yu karşılayanlar arasında, zamanın ulemâsı İstanbul kadısı Hocazâde Müslihü'd-Din Mustafa ve diğer bilim adamları da vardır.

İstanbul'a gelen Ali Kuşçu' ya 200 altın maaş bağlanır ve Ayasofya'ya müderris olarak atanır. Ali Kuşçu, burada Fatih Külliyesi'nin programlarını hazırlamış, astronomi ve matematik dersleri vermiştir.

Ayrıca İstanbul'un enlem ve boylamını ölçmüş ve çeşitli Güneş saatleri de yapmıştır. Ali Kuşçu' nun medreselerde matematik derslerinin okutulmasında önemli rolü olmuştur. Verdiği dersler olağanüstü rağbet görmüş ve önemli bilim adamları tarafında da izlenmiştir. Ayrıca dönemin matematikçilerinden Sinan Paşa da öğrencilerinden Molla Lütfi aracılığı ile Ali Kuşçu' nun derslerini takip etmiştir. Nitekim etkisi 16. yüzyılda ürünlerini verecektir.

Ali Kuşçu'nun astronomi ve matematik alanında yazmış olduğu iki önemli eseri vardır. Bunlardan birisi, Otlukbeli Savaşı sırasında bitirilip zaferden sonra Fatih'e sunulduğu için "Fethiye" adı verilen astronomi kitabıdır. Eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde gezegenlerin küreleri ele alınmakta ve gezegenlerin hareketlerinden bahsedilmektedir. İkinci bölüm Yer'in şekli ve yedi iklim üzerinedir. Son bölümde ise Ali Kuşçu, Yer'e ilişkin ölçüleri ve gezegenlerin uzaklıklarını vermektedir.

Döneminde hayli etkin olmuş olan bu astronomi eseri küçük bir elkitabı niteliğindedir ve yeni bulgular ortaya koymaktan çok, medreselerde astronomi öğretimi için yazılmıştır. Ali Kuşçu'nun diğer önemli eseri ise, Fatih'in adına atfen Muhammediye adını verdiği matematik kitabıdır.

Albert Einstein (14 Mart 1879 - 18 Nisan 1955)


Alman asıllı fizikçi 20. yüzyılın en önemli kuramsal fizikçisi olarak nitelenebilir. Görelilik kuramını geliştirmiş, kuantum mekaniği, istatistiksel mekanik ve kozmoloji dallarına önemli katkılar sağlamıştır. Kuramsal fiziğine katkılarından ve fotoelektrik etki olayına getirdiği açıklamadan dolayı 1921 Nobel Fizik Ödülü'ne layık görülmüştür. (Nobel Ödülü'nün ve Nobel Komitesi'nin o zamanki ilkeleri doğrultusunda, bugün en önemli katkısı olarak nitelendirilen görecelik kuramı fazla kuramsal bulunmuş ve ödülde açıkça söz konusu edilmemiştir.)

Ulm'da doğdu. Çocukluğunu Münih'de geçirdi ve ilk öğrenimini burada yaptı. Lise öğrenimini 1894'te İsviçre'de tamamladı ve 1896'da Zürih Politeknik Enstitüsü'ne (ETH) girdi. Albert Einstein sonradan İsviçre vatandaşı oldu ve Sırp asıllı bir kız öğrenci ile evlendi. Sonra Bern'de federal patent dairesinde görev aldı. Bu görevden arta kalan zamanlarda çağdaş fizikte ortaya atılmaya başlanan problemler üzerinde düşünmek fırsatını buldu. Önce atomun yapısı ve Max Planck'ın kuvantum teorisi ile ilgilendi. Brown hareketine ihtimaller hesabını uygulayarak bunun teorisini kurdu ve Avogadro sayısının değerini hesaplayarak teorisini test etti. Kuvantum teorisinin önemini ilk anlayan fizikçilerden birisi oldu ve bunu ışıma enerjisine uyguladı. Bu da onun, ışık tanecikleri veya fotonlar hipotezini kurmasını sağladı. Bu yoldan fotoelektrik olayını açıklayabildi. Bu çalışmalarını açıklayan ve 1905 yılında "Annalen der Physik" dergisinde yayımlanan iki yazısından başka, üçüncü bir yazısı daha çıktı ve bu yazıda görecelik teorisinin temelini attı. Teorileri sert tartışmalara yol açtı. 1909'da Zürih Üniversitesi'nde öğretim görevlisi oldu. Prag'da bir yıl kaldıktan sonra, Zürih Politeknik Enstitüsü'nde profesör oldu. 1913'de Berlin Kaiser-Wilhelm Enstitüsünde ders verdi ve Prusya Bilimler akademisine üye seçildi. İsviçre vatandaşı olarak 1. Dünya Savaşı'nda tarafsız kaldı.

İkinci defa, bu kez akrabası olan bir kadınla, evlendi; bu yirmi yıl içinde birçok özlü inceleme yazısı yayımladı ve bunlarda teorilerini geliştirdi. 1921'de Fizik Nobel Ödülü'nü kazandı.

Albert Einstein, yabancı ülkelere bir çok gezi yapmakla birlikte 1933'e kadar Berlin'de yaşadı. Almanya'da yönetime gelen Nasyonal Sosyalist (Nazi) rejimin ırkçı tutumu dolayısıyla, pek çok Musevi asıllı bilim adamı gibi o da Almanya'dan ayrıldı. Paris'te College de France'ta ders verdi; burdan Belçika'ya oradan da İngiltere'ye geçti. Son olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne giderek Princeton Üniversitesi kampüsünde etkinlik gösteren Institute for Advanced Study'de (İleri Araştırma Enstitüsü) profesör oldu. 1940 yılında Amerikan yurttaşlığına geçti. 1955'de Princeton'da öldü.

Fizik alanındaki çalışmaları modern bilimi büyük ölçüde etkiledi. Kendisi özellikle zaman ve uzay için düzenlenmiş bağlılık (izafiyet) teorisiyle tanındı. Bu teori üç bölüme ayrılır: Newton mekaniğinin yasalarını değiştiren ve kütle ile enerjinin eşdeğerli olduğunu öne süren sınırlı bağlılık (1905); eğrisel ve sonlu olarak düşünülen dört boyutlu bir evrene ait çekim teorisini veren genel bağlılık (1916); elektro-manyetizma ve yerçekimini aynı alanda birleştiren daha geniş kapsamlı teori denemeleri. Albert Einstein, ilk iki teorinin geçerliliği atom fiziği ve astronomi alanında yapılan deneylerle çok başarılı bir biçimde sınanmıştır; çağdaş fiziğin temel taşları arasında yer alırlar.Söylediği güzel bir söz vardır "Ben atomu iyi bir şey için keşfettim,insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar"

Thomas Alva Edison


Thomas Edison 1847'de Amerikanın Ohio kentinde doğmuştur. Son yüz yılın en büyük bilim adamlarından biridir. Binlerce icadı vardır. Ailesi Edison yedi yaşındayken Michigan’a taşındı. Buradaki ilkokul öğretmeninin okuyamayacak kadar aptal demesiyle okuldan alındı. Edison 12 yaşında para kazanmak için tren yollarında gazete satmaya başladı. Ancak kendisi Port Huron Detroit demir yolunda deney yaparken bir patlama sonucunda çıkardığı yangında vagon şefinin sert tokadı kulağına denk geldi ve Edison'u sağır etti.

1864'de tek tel üzerinde karşılıklı konuşmayı sağlayan telgraf aletini icat etti ve bunun sayesinde bir çok telgraf şebekesi şirketinin mühendisliğini yaptı. Tek tel üzerinde karşılıklı konuşmayı sağlayan telgraf aletini kırk bin dolara sattı ve zenginleşti ve bu daha o zamandan Edisonu ünlü birisi yapmıştı.

Edison 1869'da kendisine laboratuar kurarak fizik, kimya ve elektrikle ilgili deneyler yapmaya başladı. Bu arada borsa kurlarını otomatik olarak kaydeden bir makine icadıyla yılda yaklaşık altı yüz dolarlık gelir sağladı. Daha sonra New Jersey'de kendine ait Menlo Park fabrikasını kurdu. Buluşlarının bir çoğunu burada yaptı. Daha sonra mikrofanı icat ederek Graham Bell'in telefonunu geliştirdi. Bundan sonra çok önemli iki icat daha yaptı biri 1877’de Motograf denen elektrikli yazı makinasını icat etti. Bir yıl sonrada 1878’de Fonograf'ı icat etti. Daha sonra Telefonograf'ı ve Aerograf'ı buldu.

1883'de hayatının en büyük icadını gerçekleştirdi ve Edison etkisi denen olayı gerçekleştirdi yani ısıtılmış bir filamanın moleküler boşlukta elektron yayınlanmasını buldu. 1883'te bulduğu bu olay sıcak katotlu tüplerin temelini oluşturdu. Daha sonra Akkor lambanın üretimini geliştirmeyi başardı, bu da ampulün halk arasında yaygınlaşmasını sağladı. 1891'de kinestopu icat etti.

Edison aynı zamanda şu anda dünyanın en büyük zevklerinden biri olarak gösterilen sinema göstericisini icat etti ve 1895'ten başlayarak sinema göstericisini piyasaya sürdü.

Edison çağımızın en büyük bilim adamlarından biri olmasına rağmen çok alçak gönüllü bir insandı, bir gün bir arkadaşının bu kadar büyük bir mucit olmasının nasıl bir duygu olduğunu sorduğunda Edison, "ben mucit değil kaşifim diyerek elini yukarı kaldırdı mucit olan o diye cevap verdi". Bu büyük kaşifimiz 1931'de New Jersey'de hayata gözünü yumdu.

Farabi (874 - 950)


Felsefenin Müslümanlar arasında tanınmasında ve benimsenmesinde büyük görevler yapmış olan Türk filozoflarının ve siyasetbilimcilerinden Fârâbî'nin, fizik konusunda dikkatleri çeken en önemli çalışması, Boşluk Üzerine adını verdiği makalesidir. Fârâbî'nin bu yapıtı incelendiğinde, diğer Aristotelesçiler gibi, boşluğu kabul etmediği anlaşılmaktadır.

Fârâbî'ye göre, eğer bir tas, içi su dolu olan bir kaba, ağzı aşağıya gelecek biçimde batırılacak olursa, tasın içine hiç su girmediği görülür; çünkü hava bir cisimdir ve kabın tamamını doldurduğundan suyun içeri girmesini engellemektedir. Buna karşılık eğer, bir şişe ağzından bir miktar hava emildikten sonra suya batırılacak olursa, suyun şişenin içinde yükseldiği görülür. Öyleyse doğada boşluk yoktur.

Ancak, Fârâbî'ye göre ikinci deneyde, suyun şişe içerisinde yukarıya doğru yükselmesini Aristoteles fiziği ile açıklamak olanaklı değildir. Çünkü Aristoteles suyun hareketinin doğal yerine doğru, yani aşağıya doğru olması gerektiğini söylemiştir. Boşluk da olanaksız olduğuna göre, bu olgu nasıl açıklanacaktır? Bu durumda Aristoteles fiziğinin yetersizliğine dikkat çeken Fârâbî, hem boşluğun varlığını kabul etmeyen ve hem de bu olguyu açıklayabilen yeni bir varsayım oluşturmaya çalışmıştır. Bunun için iki ilke kabul eder:

1. Hava esnektir ve bulunduğu mekanın tamamını doldurur; yani bir kapta bulunan havanın yarısını tahliye edersek, geriye kalan hava yine kabın her tarafını dolduracaktır. Bunun için kapta hiç bir zaman boşluk oluşmaz.

2. Hava ve su arasında bir komşuluk ilişkisi vardır ve nerede hava biterse orada su başlar.

Fârâbî, işte bu iki ilkenin ışığı altında, suyun şişenin içinde yükselmesinin, boşluğu doldurmak istemesi nedeniyle değil, kap içindeki havanın doğal hacmine dönmesi sırasında, hava ile su arasındaki komşuluk ilişkisi yüzünden, suyu da beraberinde götürmesi nedeniyle oluştuğunu bildirmektedir.

Yapmış olduğu bu açıklama ile Fârâbî, Aristoteles fiziğini eleştirerek düzeltmeye çalışmıştır. Ancak açıklama yetersizdir; çünkü havanın neden doğal hacmine döndüğü konusunda suskun kalmıştır. Bununla birlikte, Fârâbî'nin bu açıklaması, sonradan Batı'da Roger Bacon tarafından doğadaki bütün nesneler birbirinin devamıdır ve doğa boşluktan sakınır biçimine dönüştürülerek genelleştirilecektir.

İstiklâl Marşı


Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!
O benimdir, o benim milletimindir ancak!

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,
'Medeniyyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!

İSTİKLAL MARŞI kaç yılında yazıldı. ?Hangi şartlarda yazıldı?

İstiklâl Marşı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Milli marşıdır. Marşın sözlerini Mehmet Akif ERSOY yazmış, bestesini Zeki ÜNGÖR yapmıştır.

Türk Kurtuluş Savaşı'nın en çetin döneminde, bir millî marşa duyulan gereksinmeyi göz önüne alan Milli Eğitim Bakanlığı, 1921yılında bunun için bir şiir yarışması düzenledi. Yarışmaya 724 şiir gönderildi. Kazanacak şiire para ödülü konduğu için başlangıçta Mehmet Akif katılmak istemedi. Ama millî eğitim bakanı Hamdullah Suphi'nin (TANRIÖVER) ısrarı üzerine, ödülsüz olmak şartıyla o da şiirini gönderdi.

Yapılan seçim sonunda, Mehmet Akif'in 20 Şubat 1921'de yazdığı "Kahraman Ordumuza" sungusunu taşıyan şiiri 12 Mart 1921 günü büyük çoğunlukla TBMM'nce İstiklâl Marşı kabul edildi. Aynı yıl bir de beste yarışması açıldı, ama kesin bir sonuç alınamadı. Bunun üzerine Millî Eğitim Bakanlığı'nca Ali Rıfat ÇAĞATAY’ın (1867–1935) bestesi uygun görülerek okullara duyuruldu. 1924'ten 1930'a kadar marş bu beste ile çalındı. O yıl bunun yerini, Cumhurbaşkanlığı Orkestrası şefi Zeki ÜNGÖR'ün 1922'de hazırladığı bugünkü beste aldı.

Mehmet Akif Ersoy, İstiklâl Marşı'nda, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılacağına olan inancını, Türk askerinin yürekliliğine ve özverisine güvenini, Türk ulusunun bağımsızlığa, hakka, yurduna ve dinine bağlılığını dile getirir. Şiirin bütünü, dörtlükler halinde yazılmış kırk bir dizedir. Sonuncu bölük beş dize.

4 Eylül 2008 Perşembe

28 Haziran 2008 Cumartesi

e bi bakın....


HEY haydi ama mesajlarınızı bekliyorum...

YÜREĞİNDE BÜYÜMEK

Okulda birinci sınıf öğrencileri,bir aile fotoğrafı üzerinde tartışıyorlardı.Fotoğraftaki küçük çoçuğun saç rengi ailenin öteki bireylerinin saç renginden değişikti....Öğrencilerden biri o küçük erkek çocuğunun belki de evlat edinilmiş olabileceğini söyledi.Onun bu sözünü duyan Jocelynn Jay adında küçük bir kız öğrenci,birden sesini yükseltti:
-Ben evlat edinme konusunda herşeyi bilirim,çünkü bende evlatlığım!...Sınıftaki bir başka öğrenci sordu:
-Madem biliyorsun bize de anlatsana...Evlat edinilmek ne demektir..?Jocelyn,kendinden emin bir biçimde bilgisini özetledi:
-Annenin karnından değil,yüreğinde büyümüşsün demektir.

26 Haziran 2008 Perşembe

HURİYE


ARKADAŞLAR ARTIK BİRLİKTEYİZ BLOGUMUN BENCE HERŞEYİ TAMAMLANDI.FİKİR VE GÖRÜŞLERİNİZİ MESAJ KUTUSUNDA BEKLİYORUMM :)

İLGİNÇ ARAŞTIRMA :-)

OKUDUĞUMUZ METİNLERDEKİ HARFLERİN YERLERİ KARIŞIK OLSA BİLE İNSAN ZİHNİ YAZILANI DOĞRU ALGILAYABİLİYOR.

Bir ignliiz üvnsertsinede ypalın arşaıtramya gröe,kleimlern hfalreiinn hnangi srıdaa yzalıdkılraı ömneli dgliimş.Öenlmi oalın brinci ve snonucnu hrfliren srısal krıaşk oslada ouknyuorumş.Çnükü kleimleri hraf hraf dğeil bri btüün oalark oykuorumuşz.

BAKIN NASIL DA DÜZGÜN OKUDUNUZ,İLGİNÇ DEĞİL Mİ?

''matematikçilerden sözler''


''Bir bilinmeyenli denkleme kadar yolum var“İnsanoğlunun değeri bir kesirle ifade edilecek olursa; Payı gerçek kişiliğini gösterir, paydası da kendisini ne zannettiğini… Payda büyüdükçe kesrin değeri küçülür.”Tosltoy

“Başka herşey de olduğu gibi matemetiksel bir teori için de öyledir; güzellik algılanabilir fakat açıklanamaz.”Cayley, Arthur

“Gerçeği aramak onu elde etmekten daha kıymetlidir.”Einstein, Albert (1879-1955)

“Hayat sadece iki şey için güzel; matematiği keşfetme ve öğretme”Simeon Poisson
Sık sık “matematik, teoremleri ispatlamaktan ibarettir” sözünü işitiriz. Bir yazarın temel işi cümle yazmak değil midir?Rota, Gian-carlo

“Aptalların sorup akılı insanların cevap veremediği pek çok soru vardır.”Polya, George (1887, 1985)

“Mekanik, matematiksel ilimlerin cennetidir, çünkü kişi onunla matematiğinmeyvelerine ulaşır.”Whitehead, Alfred North (1861 - 1947)

“Akıllarımız sınırlı, fakat bu sınırlılığın şartları içersinde sonsuz olasılıklarla çevrilmişiz. İşte hayatın gayesi bu sonsuzluktan kavrayabildiğimiz kadar çok şey kavramak.”Whitehead, Alfred North (1861 - 1947)

“Sen de biliyorsun ki biz hepimiz aynı sebepten dolayı matematikçi olduk; tembeliz.”Rosenlicht, Max (1949)

25 Haziran 2008 Çarşamba

''ilginç bilgiler''


Yeni Zelanda’da yaşayan Kea adında bir cins papağan araba pencerlerinin etrafındaki kauçuk şeritleri yer!

Dünyadaki beyaz karıncaların toplam ağırlığı insanlarin 10 katıdır.

Kedilerin her bir kulağında 32 adele vardır.

Zürafalar 35 cm. uzunlukta siyah bir dile sahiptirler.

Baykuş, mavi rengi görebilen tek kuştur.

Develerin üç tane kaşı vardır.

Istakozların kanı mavi renktedir.

Fil yavrusu, hortumuyla annesinin kuyruğuna tutunarak dolaşır.

Sürü içindeki dişiler doğumlarını birbirlerine göre ayarlayıp sırayla doğum yapıyorlar.

Keseli farenin yavruları annelerinin sırtına ısırarak tutunur.

Yılanlar duyamaz.

Kediler şeker tadını ayırt edemez.

Kangurular, geriye doğru yürüyemez.

Atlar, bir ay ayakta kalabilirler.

Deniz kobrası, dünyanın en zehirli yılanıdır.

Yetişkin bir ayı, bir at kadar hızlı koşabilir.

Bir sineğin, saatteki hızı 8 km’dir.

Sümüklüböceklerin dört tane burnu vardır.

İnek sütünün pH değeri 6’dir.

SOL YANIM ACIYOR ANNE

Merhaba anne, 
Yine ben geldim.
Merak etme okuldan çıktım da geldim.
Anneler de babalar gibi merak eder mi bilmiyorum ama
Ali, "Okula gitmezsem annem çok kızar, merak eder."
Demişti de onun için söylüyorum.
Geçen hafta öğretmen, sağ elimde sarımsak, sol elimde
Soğan dedirte dedirte öğretti sağımı solumu.
Ben biliyorum artık anne, sağım neresi, solum neresi,
Ağrıyan yanımın neresi olduğunu.
Şimdi iyi biliyorum anne.
Hani geçen geldiğimde:
Şuram acıyor işte, şuram demiştim de
Bir türlü söyleyememiştim ya acıyan yanımı anne,
Bak şimdi söylüyorum. Şuram işte,
Sol yanım çok acıyor anne.
Hem de her gün acıyor anne, her gün..



Dün sabah annesi Ayşe'nin saçlarını örmüştü.
Elinden tutup okula getirdi.
Yakası da danteldi.
Zil çalınca öptü, hadi yavrum sınıfa dedi.
Ben de ağladım,
Ağladım, hiç de utanmadım.
Öğretmen ne oldu dedi?
Düştüm, dizim çok acıyor dedim.
Yalan söyledim anne.
Dizim acımıyordu ama sol yanım çok acıyordu anne.



Bugün ben de saçım örülsün istedim.
Babam ördü ama onunki gibi olmadı.
Dantel yaka istedim.
Babam; "Ben bilmem ki kızım." dedi.
Bari okula sen götür dedim.
"Kızım, iş.." dedi.
Ben de bana ne dedim, ağladım.
"Kızım, ekmek" dedi babam.
Sustum ama okula giderken yine ağladım anne.
Ha, bi de sol yanım yine çok acıdı anne.



Herkesin çorapları bembeyaz,
Benimkiler gri gibi.
Zeynep, "Annem, beyazlara renkli çamaşır
Katmadan yıkıyormuş" dedi.
Babam hepsini birlikte yıkıyor.
Babam çamaşır yıkamasını bilmiyor mu anne?
Uffff, babam, her gün domates
Peynir koyuyor beslenmeme.
Üzülmesin diye söylemiyorum ama
Arkadaşlarım her gün kurabiye,
Börek, pasta getiriyor.
Biliyorum babam pasta yapmasını
Bilmez anne.



Hava kararıyor, ben gideyim anne.
Babam bilmiyor kaçıp kaçıp sana geldiğimi.
Duyarsa kızmaz ama çok üzülür biliyorum.
Kim bozuyor toprağını,
Çiçeklerini kim koparıyor?
İzin verme anne,
Ne olur toprağına el sürdürme!
Eve gidince aklıma geliyor bi de
Bunun için ağlıyorum anne.
Bak, kavanoz yanımda,
Toprağından bir avuç daha alayım.
Biliyor musun anne?
Her gelişimde aldığım topraklarını
Şu kavanozda biriktirdim.
Üzerine de resmini yapıştırıp
Başucuma koydum.



Her sabah onu öpüyor kokluyorum.
Kimseye söyleme ama anne,
Bazen de konuşuyorum onunla.
Ne yapayım seni çok özlüyorum
Anne.
Ha unutmadan,
Öğretmen yarın anneyi anlatan
Bir yazı yazacaksınız dedi.
Ben babama yazdıracağım.
Öğretmen anlarsa çok kızar ama
Bana ne kızarsa kızsın.
Ben seni hiç görmedim ki neyi,
Nasıl anlatacağım anne.



Senin adın geçince sol yanım
Acıyor anne.
Hiç bir şey yutamıyorum.
Bazen de dayanamayıp ağlıyorum.
Kağıda da böyle yazamam ya anne.
Ben gidiyorum anne,
Toprağını öpeyim, sen de rüyama gel beni öp.
Mutlaka gel anne,
Sen rüyama gelmeyince,
Sol yanımın acısıyla uyanıyorum anne.
Sol yanım acıyor anne.
İşte tam şurası,
Sol yanım çok acıyor anne.
Seni çok özledim anne, çooook...


AYLA AYDEMİR

KIYMETLİ TUZ

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Pire berber iken, deve tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken.

Tıngır elek, tıngır felek demişler, bu masalı şöyle anlatmışlar.

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zamanda bir padişah ile bunun üç kızı varmış. Bir gün bu padişah kızlarını başına toplamış, beni ne kadar seversiniz? Demiş. En büyük kız dünyalar kadar, ortanca kızı kucak kadar, küçük kızı da tuz kadar severim demiş.

Padişah küçük kızın cevabına çok sinirlenmiş, insan tuz kadar sevilir mi demiş, ardından küçük kızını cellada teslim etmiş. Cellat, kızı kesmek için dağa götürmüş. Kız cellada yalvarmış, sen de babasın, bana kıyma demiş.

Cellat, kızın yalvarmalarına dayanamamış, onun yerine bir hayvan kesmiş, kızın gömleğini kesilen hayvanın kanına bulayıp padişaha getirmiş.

Küçük kız yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, bir köye ulaşmış. Orada köyün zenginlerinden birine kul köle olmuş, büyümüş, çok güzel bir kız olmuş. Güzelliği ilden ile, dilden dile yayılmış, kısmet bu ya bir başka padişahın oğluyla evlenmiş.

Aradan bir hayli zaman geçmiş, başından geçenleri kocasına anlatmış, babamları yemeğe çağıralım demiş. Kocası da olur demiş. Gereken hazırlıklar yapılmış, padişah babası ziyafete çağrılmış.

Kızın padişah babası söylenen günde avanesiyle birlikte ziyafete gelmiş. Padişah ve beraberindekiler sofraya oturduğunda yemekler sırayla gelmeye başlamış. Ama kız, aşçısına bütün yemeklerin tuzsuz olmasını tembih etmiş. Padişah hangi yemeğe saldırdıysa eli geri gitmiş, yemeklerin hiçbirini yiyememiş.

O sırada küçük kızı padişahın sofrasından ayağa fırlamış. Padişahım, duyduğuma göre sen küçük kızını seni tuz kadar seviyormuş dediği için öldürtmüşsün demiş. Padişahın söz söylemesine fırsat vermeden işte o küçük kız benim demiş ve bütün yemekleri tuzsuz yaptırdım ki kıymetimi anlayasın sözlerini eklemiş.

Padişah yaptığından utanarak küçük kızının boynuna sarılmış, tuzun ne kadar kıymetli olduğunu anlamış. Ondan sonra yeni bir dönem başlamış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.


:)

GÖKYÜZÜ

Kol kanat germişsin üstümüze
Dünyanın atlas örtüsü
Evrenin pırıl pırıl aydınlığında
Yıldızları kucaklayan gökyüzü

Kim bilir ne kadar güzel yücelerden
Seyretmek insanların koşuşmasını
Avuç avuç yıldızlar takınıp
Rüzgârın dağ tepe dolaşmasını.

Ne zaman masmavisin lekesiz bulutsuz
Küçücük serçeler uçuşur durur
Çaylaktan atmacadan korkusuz
Sen kararınca işler hep altüst

Gümüş gümüş ışıklarla yüz gülen
İçimize huzur veren mavi mavi
Daima gülümse üstümüzde
Sakın kararma e mi!

Sabih ŞENDİL

TERTEMİZ ŞEYLERDEN SÖZEDEYİM

Tertemiz şeylerden sözedeyim
İlk sevdalarımdan, ilk dostlarımdan.
Ne toprağın kokulu çiçekleri
Ne yıldızlar
Ne vahşi gönüllü, vahşi ruhlu insanlar ;
Hiç, hiç bir şey kalmıyor ebedi olarak,
Her şey kuruyor sabah çiğleri gibi.
Ama bir şeyler kalıyor ki çok kıymetli.
İşte bu kalıntıların parıltısı
Bir emanet sanki sonsuzluğa.
Çimenler üstünde oturmak
Dostlarla bir şeyler okumak
Dolaşmak yıldızların altında
Gelecekten konuşmak...
Rüyalar boyunca fakir çocuklar
Zengin görünüyor insana
Bir kız sevmiştim bir zamanlar
Sessiz - sedasız
Ne dilerse yapacaktım benden
On dördünde ay gibi tamdı sevdamız
Ama şimdi zamanın külleriyle örtülüdür
Gönlüm baştan başa.
Uzun uzadıya yeretti bunlar hafızamda
Koca bir ömür boyu
Mezarlarında kaldı sevdalarım
Artık genç de değilim ki
Zaman gelip geçiyor yanımdan.
Hala gençlik var ya dünyada
Ve her yerde açılıyor ya genç gönüller
Gelin ey genç dostlarım
Vahşi diyarlara göç edelim
Ve masmavi göğün altında
Temiz, tertemiz şeylerden sözedelim
Huzur ve rahatlık bunda.

Ho Chih-Fang

MECNUN GİBİ DOLANIYORUM ÇÖLLERDE

Mecnun gibi dolanıyorum çöllerde
Hayal beni yeldiriyor yel gibi
Ah çeker ağlarım gurbet ellerde
Durmaz akar gözüm yaşı sel gibi

Bir güzelin mecnunuyum ezelden
Veremem telkini gelmiyor elden
Yandım ateşine can ı gönülden
Görmesem günlerim uzar yıl gibi

Hesapsız haftalar yıllar geçiyor
Evvel benim idi şimdi kaçıyor
Varıp düşmanlara derdin açıyor
Beni görüp saklanıyor el gibi

Zincirsiz kösteksiz bağladı beni
Tatlı diliyle eğledi beni
Yurdumdan yuvamdan eyledi beni
Yarsız dünya malı bana pul gibi

Aşkın beni deryalara daldırdı
Bazı ağlatır da bazı güldürür
İster azat eyler ister öldürür
Sefil Veysel kapısında kul gibi

AŞIK VEYSEL SATIROĞLU

DOSTLAR BENİ HATIRLASIN

Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın.
Düğün olur bayram gelir,
Dostlar beni hatırlasın.

Can kafeste durmaz uçar
Dünya bir han, konan göçer
Ay dolanır, yıllar geçer
Dostlar beni hatırlasın.

Can bedenden ayrılacak
Tütmez baca, yanmaz ocak
Selam olsun kucak kucak
Dostlar beni hatırlasın.

Gün ikindi akşam olur
Gör ki başa neler gelir
Veysel gider adı kalır
Dostlar beni hatırlasın.

AŞIK VEYSEL SATIROĞLU

23 Haziran 2008 Pazartesi

sigara içmenin sonu

ADI = Tütün

SOYADI = Sigara

ANA ADI = Yaprak

BABA ADI = Kök

DOĞUM YERİ = Toprak

CİNSİYETİ = Nikotin

GÖREVİ = Kanser

ADRESİ = İnsan

DURAĞI = Dudak

SOKAĞI = Gırtlak

CADDESİ = Bağırsak

MAHALLESİ = Akciğer

ŞEHİR = Ölüm

EŞİ = Azrail

SONU = Mezar

İşte insanların büyük bir keyifle içtikleri sigara !!!


Sigaranın içerisindeki zehirli maddeler

Bunlar kanserojen maddelerdir ve en tehlikelileri arsenik, benzin, kadmiyum, hidrojen siyanid, toluen, amonyak ve propilen glikoldur. Örneğin; siyanid kesinlikle öldürücü bir zehirdir. Genel olarak bilinen maddelerden birkaçı;

  • Radon (radyosyon),
  • Metanol (füzeyakıtı),
  • Toluen (tiner),
  • Kadmiyum (akü metali),
  • Bütan (tüpgaz),
  • DDT (böcek öldürücü),
  • Hidrojen Siyanür (gaz odaları zehiri),
  • Aseton (oje sökücü),
  • Naftalin (güve kovucu),
  • Arsenik (fare zehiri),
  • Amonyak (tuvalet temizleyicisi) ,
  • Karbonmonoksit (egzoz gazı),
  • Nikotin
  • dibenzakridin (zehir)

  • Sigaranın vücuda zararları
  • Sigara kullanımı ölümle sonuçlanabilir, ayrıca birçok organ üzerinde ve genel olarak tüm insan vücudunda sistemli zararlara yol açar.

  • Diş ve dişeti hastalıkları
  • Kulak-burun-boğaz rahatsızlıkları, bu bölgelerde kanser riskinde artış
  • Kalp ve damar hastalıkları, yüksek kan basıncı, damar tıkanıklıkları
  • Beyin hücrelerinde tahribat
  • Katarakt riski
  • Solunum rahatsızlıkları
  • Mide rahatsızlıkları
  • Hamilelerde erken ve yetersiz gelişmiş doğum
  • Cinsel rahatsızlıklar, iktidarsızlık
  • İnsanlarda sakatlık
  • Kalp kanseri
  • Cildi tahriş ederek hastalıklara sebep olur

DESEM Kİ

Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.

Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.


Cahit Sıtkı TARANCI

YAŞ OTUZ BEŞ ŞİİRİ

Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?

Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
CAHİT SITKI TARANCI

SİZ BENİ HALA ANLAMADINIZ

Siz beni halâ anlayamadınız .
Ve anlamayacaksınız çağlarca da...
Hep tutturmuş "Yıl 1919, Mayıs''ın 19''u" diyorsunuz.
Ve eskimiş sözlerle beni övüyor, övüyorsunuz .
Mustafa Kemâl''i anlamak bu değil,
Mustafa Kemâl ülküsü, sadece söz değil.

Bırakın o altın yaprağı artık,
bırakın rahat etsin anılarda şehitler.
Siz bana, neler yaptınız ondan haber verin.
Hakkından gelebildiniz mi yokluğun, sefaletin ?
Mustafa Kemâl''i anlamak yerinde saymak değil.
Mustafa Kemâl''in ülküsü, sadece söz değil.

Bana, muştular getirin bir daha,
uygar uluslara eşit yeni buluşlardan..
Kuru söz değil, iş istiyorum sizden anladınız mı ?
Uzaya Türk adını Atatürk kapsülüyle yazdınız mı ?
Mustafa Kemâl''i anlamak avunmak değil,
Mustafa Kemâl ülküsü, sadece söz değil.

Halâ, o, acıklı ağıtlar dudaklarınızda,
halâ oturmuş, 10 Kasımlarda bana ağlıyorsunuz .
Uyanın artık diyorum, uyanın, uyanın !
Uluslar, fethine çıkıyor, uzak dünyaların..
Mustafa Kemâl''i anlamak gözboyamak değil,
Mustafa Kemâl ülküsü, sadece söz değil..

Beni seviyorsanız eğer ve anlıyorsanız ;
laboratuvarlarda sabahlayın, kahvelerde değil.
Bilim ağartsın saçlarınızı.. Kitaplar..
Ancak, böyle aydınlanır o sonsuz karanlıklar...
Mustafa Kemâl''i anlamak ağlamak değil,
Mustafa Kemâl ülküsü, sadece söz değil.

Demokrasiyi getirmiştim size, özgürlüğü..
Görüyorum ki, halâ aynı yerdesiniz, hiç ilerlememiş,
birbirinize düşmüşsünüz, halka eğilmek dururken.
Hani köylerde ışık, hani bolluk, hani kaygısız gülen ?
Mustafa Kemâl''i anlamak itişmek değil,
Mustafa Kemâl ülküsü, sadece söz değil.

Arayı kapatmanızı istiyorum uygar uluslarla.
Bilime, sanata varılmaz rezil dalkavuklarla.
Bu vatan, bu canım vatan, sizden çalışmak ister,
paydos övünmeye, paydos avunmaya, yeter, yeter !
Mustafa Kemâl''i anlamak aldatmak değil,
Mustafa Kemâl ülküsü, sadece söz değil...

Cahit Sıtkı Tarancı (1910 - 1956)

1 Ocak 1910'da Diyarbakır'da doğdu. Mülkiye Mektebi'nde başladığı yüksek öğrenimini, Paris'te Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde tamamlamak istediyse de, İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi üzerine, yurda dönmek zorunda kaldı. Çevirmen olarak çalıştı. Ağır bir hastalığa yakalandı. Tedavisi için gönderildiği Viyana'da öldü. Ankara'da toprağa verildi.

22 Haziran 2008 Pazar

GÖKKUŞAĞININ HİKAYESİ


Dünyanın Bütün Renkleri Bir Araya Toplanmışlar ve Hangi Rengin En Önemli En Özel Olduğunu Tartışmaya Başlamışlar:

Yeşil söze başlamış: Elbette ben en önemli rengim. Ben yaşamın ve umudun rengiyim! Çimenler, yapraklar, ağaçlar için seçilmişim. Yeryüzüne şöyle bir bakın, her taraf benim rengimle kaplı...


Mavi oradan atılmış: Sen sadece yeryüzünün rengisin, ya ben? Ben hem denizin hem gökyüzünün rengiyim. Gökyüzündeki mavi insanlara huzur verir ve huzur olmadan da siz hiçbir şey yapamazsınız!


Sarı söze karışmış: Siz dalga mı geçtiğinizi sanıyorsunuz? Ben güneşin rengiyim, bu dünyaya sıcaklık verenim. Ben olmasan hepiniz soğuktan donardınız!...


Turuncu onun sözünü kesmiş: Ya ben?? Ben direncin ve sağlığın rengiyim. İnsanın yaşaması için gerekli vitaminler benim rengimde bulunur. Portakalı, havucu düşünün. Pek ortalarda görünmeyebilirim ama güneş doğarken ve batarken gökyüzüne o güzelim rengi veren benim unutmayın!..


Kırmızı dayanamayıp söze almış: Ben hepinizden üstünüm!! Ben kan rengindeyim!! Kan olmadan yaşam olur mu? Hem ben cesaret ve tehlikenin rengiyim!! Savaş ve ateş rengindeyim!! Aşk ve tutku benimledir!!! Bensiz bu dünya bomboş kalırdı!..


Mor ayağa kalkmış: Hepinizden üstün olan benim! Ben gücün ve asaletin rengiyim. Bütün liderler ve krallar beni seçmişler. Otorite ve bilgeliğin rengi benim. İnsanlar beni sorgulamaz. Onun yerine dinler ve itaat ederler.


Ve bütün renkler bir ağızdan konuşmaya devam edip kavgaya tutuşmuşlar. Her biri diğerini itip kakıyor ve; En üstün benim... diyormuş.


Derken bir anda şimşekler çakmaya başlamış ve yağmur damlaları gökten inmeye başlamış... Bütün renkler neye uğradıklarını şaşırıp korkuyla birbirlerine sarılmış. Ve YAĞMUR un sesi duyulmuş...


Sizi aptal renkler... Bu kavganızın anlamı ne? Bu üstünlük kavganız neden? Siz bilmiyor musunuz ki her biriniz farklı bir görev için yaratıldınız, birbirinizden farklısınız ve her biriniz çok özelsiniz... Haydi, şimdi el ele tutuşup bana gelin!.. Renkler bu sözlerden çok utanmışlar. El ele tutuşup gökyüzüne doğru havalanmışlar ve bir yay şeklinde oraya yerleşmişler. Yağmur; Bundan sonra her yağmur yağdığında siz birleşip bir renk cümbüşü olarak gökyüzünden yeryüzüne doğru uzanacaksınız. İnsanlar sizi gördükçe huzur duyacaki güç bulacaklar. İnsanlara yarınlar için bir umut olacaksınız... Gökyüzünü bir kuşak gibi saracaksınız ve size GÖKKUŞAĞI diyecekler. Anlaştık mı? Bu yüzden ne zaman dünyamızı yağmur yıkasa ardından gökkuşağı belirir. Biz de gökkuşağındaki o renkler gibi birbirimizden farklı ve hepimiz çok özeliz. Bunun farkında olmalı ve uyum içinde yaşamalıyız...

THOMAS HOBBES

1588 yılında İngiltere'de Malmesbury'de bir köy papazının oğlu olarak dünyaya gelen Hobbes, Oxford üniversitesinde okudu. Burada skolastik felsefeyi öğrendi. Öğrenimini ilerletmek için yeterli parası olmadığından oğluna ders vermek konağını yönetmek üzere bir baronun yanına girdi. Sonra öğrencisi ile yolculuğa çıkıp, üç yıl Fransa ve İtalya'da dolaştı. Buralarda Hobbes yeni düşüncelerin temsilcileriyle tanıştı. İngiltere'ye döndüğünde Francis Bacon ile tanışıp bir zaman onun sekreterliğini yaptı ve çok etkisinde kaldı. Bacon'ın öğretisi, Hobbes'un sistemini oluşturan başlaca kaynaklardan biri olacaktır. Bundan sonra her birinde uzun zaman kalmak üzere üç defa daha Paris'e gidecek hayatının hemen hemen 20 yılını o sıralar avrupa'nın düşünce merkezi gibi olan bu şehirde geçirecektir. Paris'te Hobbes matematiğin değerini öğrenmiş antikçağ atomizmini yeniden dirilten Gassendi ile tanışmasının doğa anlayışına biçim kazandırmada kesin rolü olmuştur. Paris'te birde Descartes'ın yakın arkadaşı Mersenne ile tanışması, ona Descartes'ın düşünceleri ile karşılaşmayı sağladı. Descartes'ın kendisini tanıyıp tanımadığı bilinmiyor. Öldüğü yıl olan 1679 yılına kadar Hobbes kısmen İngiltere'de kısmen de Paris'te yaşadı. İngiltere o aralar sarsıntılı devrimler geçirmektedir. bilimsel çalışmalar için gerekli huzuru ve verimli çerçeveyi bundan dolayı Hobbes ancak Paris'te bulabilmiştir.

ANNE



"Bebeğimi görebilir miyim" dedi yeni anne


Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtı ve şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını dondu ve camdan bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu...

Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.

Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı.

Hıçkırıyordu... Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; ağlayarak

- "Büyük bir çocuk bana ucube dedi..."

Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça da başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmış olsaydı. Annesi, her zaman ona

- "Genç insanların arasına karşımalısın"

diyordu, ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.

Delikanlının babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;

- "Hiçbir şey yapılamaz mı?" diye sordu.

Doktor;

- "Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir" dedi.

Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. İki yıl geçti bir gün babası

- "Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır" dedi.

Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçti, bir gün babasına gidip sordu:

- "Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım..."

- "Bir şey yapabileceğini sanmıyorum" dedi babası.

- "Fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz değil..."

Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi... Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annesinin başına elini uzattı; kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti; annesinin kulakları yoktu.

- "Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu" diye fısıldadı babası.

- "..ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?"


Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı değildir, ancak kalptedir!

SBS DEN SONRA HAYAT...

Merhaba arkadaşlar sbsden sonra çok güzel bir hayat bizleri bekliyo önümüzde olan bu tatili çok iyi değerlendirmeliyiz.EEEee nede olsa tatili hak ettik sbs ye girebilmek için çok çalıştık bende vaktim oldukça siteme girmeye çalışacam hepinize HOŞGELDİNİZ diyorumm...